9 Ekim 2011 Pazar

eksik kalan aşklar

kendi düşsel avuntularımla baş başaydım yine dün gece. bilirsin, kendi kendime masallar anlatmayı severim, kendimi kandırmayı, kendimi sana inandırmayı. sessiz sessiz, bir gün beni sevecek, beni sevecek.... beni çok sev... yalvarışıyla son verdim, beni seveceğini umduğum o masala. öyle tatlıdır ki senin hayalini kurmak, hayalimde sana dokunmak. senin bana dokunmanı söylemiyorum bile, tensel bir büyü, içimdeki tüm direnişlerin boyun eğmesi, aşkın, beni bir kez daha tuzağına düşürmesi. bölebilsem bu karanlıkları, ışıklar yakabilsem üşüyen yüreğime, sağır odalara anlatmaktan vazgeçsem seni...
anlamaz ki ne demek istediğimi hiçbir insan evladı. hani denemedim değil, çok sevdim dedim, o seni sevmedi dediler. sevecek, dedim, çaresizce, sevmeyeceğini bile bile. yine kendimi kandırıyorum, sana bir adım daha yaklaşacağım derken ben hep kendimden uzaklaşıyorum. sağır odalar, şaraplar, ağır sessizlikler en iyi dert ortağıdır böyle durumlarda. kendimi kandırmama göz yumdukları gibi, teşvik ederler senle ilgili hayaller kurmaya. mesela, geçen akşam az biraz şarap içtikten sonra, uzandım yatağa, senin yanımda olduğunu düşledim, bana sarılmışsın sıkı sıkı, uykuya daldık. rüyamda, oturmuştun yanıma, dokunmuyordun konuşmuyordun da ama yanımdaydın, gitmiyordun.
yasak dediğini bile bile, günah olduğunu göre göre, aşkın cehennem çukurlarından çıkıp ta gelmiş haliyle karşına dikilmek. bilemezsin sen, seninle cehennemde yanmayı istemenin ne olduğunu. hani, yaşanacaksa eğer, yer ve zaman önemli değildir. eğer beni cehennemde seveceğini söylersen, yine inanırım. beklerim, umarım. gördüğün gibi, ben seninle cennet bahçeleri düşlemiyorum ki sevgilim. ağır olsun, acı olsun, zor olsun ama yanımda ol, yanında olayım. acırsam, düşersem, kırılırsam, korkarsam, sende iyileşeyim, sende cesaret bulayım. umutsuzken tenine dokunayım, ağlarken sana sarılayım. gölgesiz, sessiz, silik bir hayalet gibi yanında oturayım, seninle ölüp, sana yeniden doğayım...
çırpınışlarımın, isyanımın, çaresizliğimin, tutkularımın adını seninle doldurdum. her anlattığım hikayenin başı sen, sonu biz olmalı. halbuki başı sen, sonu yok şimdi. mutlu hikayeler anlatmıyorum çünkü, varlığından bahsederken. ben onun için ölürken, onun başkası için yeniden doğduğu bir adamdan bahsediyorum kendime. söylesene, nasıl mutlu olayım, sen de bunları ona hissederken. nedir ortak noktamız, ikimiz de bizi sevmeyen birine mi yanmışız. bile bile ateşlere mi atlamışız. halbuki birbirimizi tamamlamak vardı. iki eksik insandan bir bütün oluşturmak vardı. aşkı, birbirimizin teninde ayin yaparak kutsamak vardı.

2 Ekim 2011 Pazar

o eskidendi... diyebilmek için...

"burada oturup ta bana "neden ben?" sorusunu sorup, yakınma halinden. çünkü bir başkası senin kadar aptal ya da hayalperest olamazdı. gerçekleri gördüğünü söylüyorsun ama, havalarda yürüyorsun, ayakların yere bile basmıyor."

bu cümleleri dinlemek, evet bir bilir kişi tarafından "aptal" olarak nitelenmek, yo yo bu sefer yıkım değil, ağır gelmedi de acımsı bir tad oluşturdu ağzımda. sanki, sorumun cevabı, zehr-i zıkkımdan yapılmış şekerleme gibi önce ağzımı yaktı, sonra çürüttü bütün iç organlarımı. bir başka acı biterken, bir yenisi peydah oldu. sahi, ne yapıyordum böyle? hangi gerçekte yatardı bu düşündüklerim? kimin gerçeği, çok daha önemlisi. halbuki, hayattaki varoluş amacım bile belli, yaşamak evvela, sonra büyümek, üremek, üretmek... en mühimi de soranlara "iyiyim" demek. ama yok, iyi değilim ki, hem de hiç değilim. hangi iyi insanın, içinde düğümler kopar ve hayat zevk vermez. yaşayışımdaki kalitenin düşmesi, birçok insanın yaşamamdan zevk almadığını gösterir. halbuki, onlar için açtırdığım çiçekler de vardı...

insan olabilmek için, konuşmak, düşünmek, yaşamak, tercih yapmak mı gerekir? yoksa bunların çok daha ötesinde hissedebilmek mi gerekir? neyi hissedeceğimi, nasıl olacağını bilemez oldum. cevapsız sorularım, kendimden soğutan tatsızlığım, huzursuzluğum, telaşlarım... beni ben yapan bütün huylarımın bu kadar zor ve acınası olduğunu fark etmemiştim uzun zamandır. yarın uyanmak için illa ki bir sebep aramamıştım kaç zamandır? insanın kendi kendisinin ne halde olduğunu fark etmemesi gibi birşey, ne olacağını da bilememek gibi. belirsiz, keşkelerle dolu, yazıklarla süslenmiş bir öz geçmiş. halbuki satır aralarını okumak lazım değil mi? ne aşklar, ne başlangıçlar ve ne ayrılıklar... benden alınan bütün güzellikler bu satırların arasında gizli aslında. istemeden teslim ettiğim dünler, olup olmayacağından emin olmadığım yarınlar, her hatırladığımda "keşke" dediğim, sonra kendim için "yazık" dediğim yanlışlar.

yarınını bilemediğim gönül maceraları, yeni bir insanın sesini, tenini, saçının telini keşfetmenin heyecanı ve ihtişamı karşısında küçük bir çocuk kalbim. ben öyle yapamam, ne yarınını bilmediğim bir sevdanın masalını hayal edebilirim, ne de bir başkasının bu hayale iştirak etmesini diler yüreğim. bazen yürüyüp gitmek, uzaklaşmak gerekir böyle olunca. uzatmalara bırakmak, acıyı uzatmaktan başka ne işe yarar ki? insan bazen, olduğu yerde kalırsa kansere dönecek hücreleri atmalı bedeninden. bir başkasının, hızlı, çevik ve kurnazca bedeninde yer edinmesine müsaade etmemeli. kolaya kaçmak değildir bu, kaçıp gitmeli. işte bu yüzden benden başka kimse böylesine "aptal" olamayacağı için, belki de kendi kendime üzerine atladım bu maceranın da. kaçıp gitmem gerektiğini de öğrendim. şimdi satır aralarımdan, içimdeki güzellikleri ayıklayıp can vermeyedir çabam... buna da o eskidendi diyebilmektir tek umudum...

bazen veda etmek gerekir

bazı insanlar tanıdım son günlerde. bazıları, eskilerden tanıdıklarımdı, iç yüzlerini gördüm, gerçek kendilerini tanıdım. evet üzücü, öyle kolay o eskidendi diyip geçemiyorsun bazen, ama tek sağlam ve güzel yanı da evet onu karakterinin tüm çıplaklığıyla gördüm. ve bitti... gerçekten, insan gözünde büyüttüğü birini, bir anda, ya da bir haftada küçültüp yok edebilirmiş. öğrenmek lazım, bilmek anlamak için, ince eleyip sık dokuyarak bilmek lazım. bana göre değil, içten pazarlıklar, ben seversem sahiplenirim, beni severse sahiplensin.
kedisi, kuşu, balığı, hamsteri öldüğü için ağlayan kızlardan değilim. gerçek can acılarını tattım çünkü, ihaneti tattım, çıplaklığını bilirim. dostun ölümünden çok dostluğun ölümünün ne olduğunu bilirim, o yüzden maddesel kayıplar için değil de, manevi kayıplar, söylenen sözler için ağlarım. evet, artık o eskidendi diyemediğim herşey için, ağlarım. bir şekilde atmalı insan yüreğindeki kini, nefreti, üzüntüyü, isyanı. yoksa, insancıllaşmaktan çıkarsın, taşlaşır, acırsın. acımaktan kastım, tad olarak. sana değen dilde, acımsı tad bırakırsın. halbuki, ben tatlı bir kızım.
sonra, yeni tanıdığım insandan bahsedeyim. bana, hatalarımı anlattı. neden güvendin? neden bu kadar önemsedin? ki dediğinde, karşısında kendimi aptal gibi hissettim. sahi, neden o eskidendi demedim ki, neden gülüp geçmedim. bunu henüz bilemiyorum. vedaları sevmem, veda etmek benim dnalarımda yok, sessiz sedasız çıkıp giderim genelde. veda ederken akan gözyaşının çoğunluğu kadardır, öylesine nezaketen söylenen bir "gitme.." kelimesine inanıp kalmak. ama bu kez gitmem gerek, önce kendim için. önce, birisi bana sorduğunda, o eskidendi diyebilmek için. neticede, en nihayetinde insan değil miyiz? insan dediğin, kindar, ikiyüzlü, gaddar, hırçın, öfkeli, iyi niyetli, yalancı, dost, sadık.... sıfatlarını taşıyabilecek bir varlıktır sonuçta.
kendime, tüm bu sıfatları yakıştırabilirim ama, bir başkası söz konusu olduğunda, onu incitebilecek bir sıfat seçemem. kimse bilmez bu özelliğimi, yalancıya yalancı diyemem, hırsıza hırsız diyemem. o benim sorunum değil en nihayetinde, herkesin kendi iç dünyasıyla alakalı mevzular bunlar. kimsenin içini dışını, özelini kurcalamak istemem. ta ki biri bana özelini, içini açmadıkça, benim için özel olmadıkça. hayat dediğin, er geç veda edeceğin bir yer. belki ömrün boyunca, hiçkimseye veda etmezsin, ama eninde sonunda bütün insanlığa veda ediverirsin. hayat böyle işte, çoktan seçmeli sınavlar bütünü. her derse yeni bir öğretmen girer ve ölene kadar da ders almaya devam edersin.
kısacası, bu birilerine ve birşeylere veda gibi birşey. sevmem vedaları, ama insan hep veda etmek zorundadır. yakışan sıfatı da söyleyeyim; iyi niyetli. iyi dileklerimle...

1 Ekim 2011 Cumartesi

dünya dönüyor; benim etrafımda!

bazen, hiçbirşey yapmak, hiçbirşey olmak en iyisidir. hani siz istersiniz ya mutlaka olsun, mutlaka birşey olun, yine de olmaz ya, kendinizi ifade ettiğinizden emin olduğunuz halde anlaşılmazsınız ya, böyle olması gerekiyor demektir. oturup ağlamanın, yakınmanın, aynı şeyi değişik cümleler kullanarak ifade etmeye çalışmanın pek bir manası kalmaz. neticede karşıdakinin anlayabildiği kadardır bu. eğer onun, algı ve idrak etme problemi varsa, bu sizi bağlamaz. bırakınız, olduğu gibi kalsın.
illa ki birilerinin birşeyi olmak gibi bir derdiniz olmasın. en nihayetinde, öncelikle kendinizin birşeyi olun, mesela en sevdiği. eğer, siz kendinizi herşeyden daha çok sevebilirseniz, diğerlerinin ne düşündüğü sizin için minik bir detay olarak kalır. başarırsınız, insanların hakkınızdaki yargılarını ve kesin hükümlerini önemsememeyi. ve hatta, o fikrini önemsemediğiniz insanlardan farklı, başka, algı düzeyi daha yüksek insanlar tarafından daha çok önemsenirsiniz hatta tanınırsınız. bazen, birine karşı çok dürüst, çok açık, çok net olmak, o kişinin illa ki sizi doğru tanımasını sağlamaz. dedim ya, o sizi nasıl görmek isterse öylesinizdir onun nazarında, ancak hayat denen oyunda, sizin kendinizi nasıl gördüğünüz ve nasıl hissettiğiniz daha önemlidir. ve bazen, birilerinin sizi tanıması için hiçbirşey yapmak yeterlidir.
halbuki ne kadar çok takılırız insanların bizi doğru tanıması, bizi önemsemesi, bizi birşeyi görebilmesi mevzularına. ne önemi var ki? bu, beklentilerimiz karşılanmadığı anda, büyük düşüşler yaşamamıza sebep olur sadece. inanın, hiçkimse düşmeye değmez. insanın, kendi kendisinin gözünden düşmesi kadar ağır olamaz. bu da, kendimizi benimsetmek için yaptığımız onca soytarılıkla, verdiğimiz tavizlerle çıkar ortaya. ne gerek var ki canım, neden ödün verelim? değecek mi? hayır yani, biz onca taviz verdikten, soytarılık ettikten sonra, madalya mı takacaklar, helal olsun mu diyecekler. hayır elbette. peki, kendi gözünüzden düştüğünüz anda, yaşadığınız büyük düşüşte kim yanınızda olacak? kim sizi toparlayacak? kendi yaralarınızı sarmak durumunda kalacaksınız, ağır aksak, sancılı dönemler gelecek ve, beklenen o müthiş son, en dibe vuracaksınız, en aşşağıya ineceksiniz.
halbuki, en baştan, Tanrı o kadar çaba sarfetmenize rağmen, o kadar oldurmaya çalışmanıza rağmen, hatta siz "kesin olacak" gözüyle bakarken oldurmayarak bir defa uyarmaz mı? ikinci denemede, işleri daha da yokuşa sürerek, pılınızı pırtınızı toplayıp oradan kaçmak için, size bir şans daha vermez mi? yol yakınken, gitmek, vazgeçmek lazım bazen. tıpkı yangından mal kaçırır gibi, tıpkı arkaya bakmadan uzaklaşmak gibi. korkaklık olarak adletmek mantıksız, hatta boş. çünkü, insanın en çok kendisi için korkması normaldir. kendinizden önce başkalarını düşünmek, ahmaklık değil midir? oturup, birinin gelip sizi üzmesini, kanatmasını beklemek kadar boş, saçma bir iş daha var mıdır dünyada. tıpkı, iki kişi size saldırdığında, kaçmayı denemek yerine, cenin pozisyonunu alıp, darbeleri önlemeye çalışmak gibi. hep acır ama böyle, çok acır. işe yaramaz, hayati uzuvları gizlemek, kanamanın, can acısının dinmesine. bazen, herşeyden vazgeçip, bırakıp gitmek en akıllıcasıdır. bırakın ne derlerse desinler.
insan bunları genelde, çok geç kaldığında, iş işten geçtiğinde öğrenir. bir nusubet, bin nasihatten hayırlıdır hesabı. ancak, oturup düşündüğünüz zaman, biraz ince eleyip sık dokursak, aslında dünyanın merkezinin bizim nefes aldığımız yer olduğunu görürüz. o halde, dünyayı kendi etrafımızda döndürmek en azından bunu hayal etmek varken, neden kendisini merkez olarak adleden insanların arkasında dönelim?

25 Eylül 2011 Pazar

ben fazla aptalım, o ise çok nankör çıktı

bu ekrana hayretler içinde bakarken, tesadüfi olarak gördüğün bir yorumdan sonra midene ağrılar saplanıyorsa, muhtemelen büyük kıskançlıktır. çünkü, büyük ihtimalle senin en değer verdiğin, tercih yapman gerektiğinde hep onu seçtiğin kişi, seni seçmemiştir ve ağırına gitmiştir. hele ki bunun karşısında sadece sırıtıyorsa, damarlarından yukarı yükselen duygu onu daha doğrusu onları parçalamanı istemene sebep olan adrenalindir. kimse değmez bu kadar kıskanmaya, kimse değmez bu kadar üzülmeye.
sen, minicik bir zaman dilimi dilenirken, onun daha doğrusu onların şen sohbetlerde olduğunu okuyunca, öldürmek istersin. ama önce kendini, yok yok önce kendini öldürmek istersen onları kim öldürecek. önce onları öldürmek istersin, sonra kendini. çünkü, haketmişlerdir bunu, çünkü yasalarda böyle yazmasa da öldürmek senin hakkın. ne demişti kız, her hayat kucağında ölümü mü taşıyordu, her ölüm de omuzunda hayatı mı, her ne zıkkımsa öyle işte çok da önemli değil. sen zaten kızın yazdığına kızmadın, ötekinin ona madalya takmasına kızdın. işte bu güzelim, sen emek verirsin, uğraşırsın, onun için onun adına üzülürsün belki ama, onun için senden daha önce gelen başka biri vardır.
bu yüzden öldürmeye eğilimin olur ya. kız dememiş miydi her hayat kucağında ölümü taşır diye, daha sıkı sarılsın istersin ölüme. belki, içine battığın günahın ağırlığını bilmeden, bilsen de aldırmadan, öldürmek istersin. sahi, kim yapmaz ki bunu. kim ah canım ne hoş deyip geçer, hangi beyin bunun karşısında gülüp geçebilir. onlarca zamandır belki aylardır, dikkatini çekmek, ilgisine sahip olmak istediğin adamın, tüm bunlara sırıtıp, gidip ona madalya takması sinirini bozar. evet, dank etti mi kafana, zaten seni haketmiyor. belki aynı ilgiyi ötekine yahut da berikine gösterebilseydin, şu an kıskançlık sancılarından kıvrım kıvrım kıvranan sen olmazdın, olmayacaktın.
bencil davransana, aptal olmasana. hala görmüyor musun, sen kendi kendini yiyip bitirirken, adam halen ona teselli veriyor yahut da arkandan gülüşüyorlar. söylesene tatlım, hangi intikam dindirebilir bu sancıyı. ne yapacaksın, ne yapabileceksin. hah, konuşma böyle aynı şeyi ben de düşündüm, sırf bu aptal herif için o geri teptiğin fırsatı ben de düşündüm. birlikte yaptık bunu sana haksızlık etmeyeyim, senin için attığı tek bir minik adım yüzünden "istemiyorum, bunu ona yapamam" dediğin adamı arayamazsın şimdi. salak olma lütfen, bu kadarına ben müsaade etmem. peki değiyor muymuş onun için ötekini ve sana yaptığı minik jestini reddetmeye? hayır, değil mi? o zaman sen de bencil ol biraz be güzelim, akıllı ol artık.
ne oldu öfken dinmedi mi daha, ne yapabilirsin ki bundan başka, sil at diyorum, silmiyorsun. yani kızacaksın ama, ne emmeye ne gömmeye geliyorsun. o zaman her gün aç bu aptal siteleri, bak dostluklarının muhteşemliğine. ben de sana yüzyılın enayisi madalyası takacağım. belki kızdın yine bana ama böyle, yüzyılın enayisisin çünkü. yazık, bak yine aklına geldi değil mi? hayır sakın ağlama yoksa kıracağım bir tarafını. ağlama diyorum, ağlama büyük aptal. sen yaptın böyle, vefakar tarafın yaptı bunu, üzülen tarafın, kıyamayan tarafın. ne zaman kötü bir insan olacaksın. ne zaman tıpkı onun gibi bencil, vefasız olacaksın.
akıllan artık, hatta aklın varsa biraz, git hemen toparlan. bırak, boşver gitsin. adam anlamıyor, sen anlatamıyorsun o zaman neyin mutsuzluğu bu. kafatasının içinde 250gram dolmalık kıyma mı var nedir bilmiyorum ama, beni dinle biraz, sağduyunu dinle. söz veriyorum ben de sana, artık seni üzecek konularda sağduyulu, insani davranmana sebep olmayacağım. gel, birlikte o adamdan daha acımasız olalım. şimdi ağlama karşımda, git şu yüzünü yıka. ben seni burada bekliyor olacağım.

24 Eylül 2011 Cumartesi

aşıktı... ölebilecek kadar...

bir alaturka sevda bu. seven kızla sevmeyen adamın çilesi. bitmez, bitemez bir yerde havada asılı kalan aşk sözleri. kızın, birkaç mektuba sığdırmaya çalıştığı o büyük sevdasının hikayesi bu. adamınsa, o mektupları yakıp küllerini attığı, korkularının belgesi. insan, insan gibi insan, korkar mı hiç sevilmekten? adamın aklını çelen, kurcalayan o beklenti endişheleri yer verdi korkuya. zannetti ki, kıza birazcık ilgili davransa, gerisini de isteyecek. zannetti ki, omuzlarına yeni yükler, yeni sorumluluklar yüklenecek. halbuki kız, öyle bir sevmişti ki adamı, ne korkuları umurundaydı, ne de onunla olan yarını. sadece bugünü düşlüyordu, hatta "bugün gelsin bana, sevsin beni, yarın ölüversem de olur" diyecek kadar seviyordu. körü körüne, belki girebilecekleri büyük günahların bedelini canıyla ödemek istercesine seviyordu.
umutsuz, yarınsız, hayalsiz bir sevdaydı bu. artık, geceleri yatağına uzandığında adamın onu aslında çok sevdiğini düşlemek yetmiyordu. elleri onu arıyordu her seferinde, yanına uzanıyordu adama dokunabilmek için, ama yanı hep boştu. böylece yaşamaya da alışmıştı, en azından, büyük aşkının halen hayatta olduğunu bilmek güzeldi. ondan haber alabilmek güzeldi. adam, arada bir, çok içtiği gecelerde kıza onu unutması gerektiğini anlatan mailler atardı. belirli bir düzene bile oturmuştu bu mailler, cumartesi geceleri gelirdi genelde. kız her seferinde, o ekranda yazanları ağlayarak okur, sonra da onu ne kadar çok sevdiğini o ekrana anlatırdı.
sonra adam, bir cumartesi gecesi, içmeden, hiç sarhoş olmadan çok kısa bir mail attı kıza. "BENİ UNUT ARTIK, BEN EVLENİYORUM" yazıyordu sadece, büyük harflerle. kız yine ağladı, onun ölmüş olduğunu düşündü bir süre, ama yapamadı. evleneceği gün, ona kısa bir mail attı kız, "O HALDE SENİ CENNETTE BEKLİYORUM SEVGİLİM" yazıyordu mailde. adam evlendikten günler sonra okuyabildi o maili. kızı aradıysa da ulaşamadı ne yazık ki. artık ne ev telefonu, ne cep telefonu cevap vermiyordu ona. oysa, bundan birkaç hafta önce aramak istese daha ilk çalışında cevaplanacaktı o telefonlar. sonra işten aradı, uzun uzun çaldıktan sonra sekreter cevap verdi. adam, kızla görüşmek istediğini söyledi sekretere. onun ölmüş olabileceğine ihtimal vermiyordu. evlenmekten vazgeçirmek için, biraz şefkat dilenmek için böyle bir numara yapacağını düşünmüştü ama, gerçekten ölebileceğini düşünmemişti. sekreter, kızın on gün önce vefat ettiğini söyledi. taziye için aramak isterse diye ailesinin telefon numarasını bırakmıştı.
adam inanamadı duyduklarına. gerçekten ölmüş olamaz diye düşündü. onun için ölebileceğini söyleyen kız çocuğunun, gerçekten onun için ölmüş olduğuna inanamadı. çünkü adam, aşkın bu kadar güçlü olduğuna da hiçbir zaman inanmamıştı.

17 Eylül 2011 Cumartesi

bay doğru, bayan yanlış

çiftin tüm uyumsuzluğuna, aradaki karakter farklılığına rağmen bir ilişki bir yıl falan yürüyebiliyor bazen. ayrı zevkleri olan, tarzları, hayata bakış açıları farklı olan, içtikleri çay bile farklı olan iki insan, zıt kutuplar birbirini çeker mantığıyla birbirini çekebiliyor, bir ilişki başlatabiliyor. ancak, belli bir süre sonra ilişki girdaba dönüyor, içinden çıkılamayacak derecede ciddi problemler oluşuyor ve fırtınadan sonra hasar tesbiti başladığında, ilişki de bitiyor, bir aşkın daha muhasebesi yapılıp kar ve zarar paylaşılıyor. bugün, caddede bir mağazadan gelen müzik sesiyle eski ilişkilerimden birine gitti aklım. sevgilimle ortak tek noktamız ikimizin de aynı takımı tutuyor olmasından ibaretti. ah bir de unutmamak lazım, bir diğer ortak noktamız da, bizi o ana kadar yıpratmış olan bütün insanlara karşı nefretimizi, hırsımızın acısını birbirimizden çıkartmamızdı. futbolla pek ilgilenmediğim, soran olursa söyleyebilmek için takım tuttuğumdan bu konuda, sevgilim maç izlerken sessiz kalarak ona eşlik ediyordum ancak, eskilerin acısını çıkartma konusunda üzerime yoktu. eskilerden kalma bütün paranoyalarımızı, can acılarımızı, hayal kırıklıklarımızı birbirimize savaş açmak için sebep kabul eder, neredeyse üç görüşmemizin birinde deli gibi kavga eder, akşam olup eve gittiğimizde de birbirimize kur yapıp saatlerce mesajlaşarak barışırdık.
sanki iki adamla aynı anda birlikteydim, ama aynı bedende iki adam. yan yanayken bay doğru kesilen sevgilim, eve gittiğinde tam bir romeo oluyor, saatlerce mesaj atıyor o da yetmezse arıyor ve telefon kulağımıza yapışana kadar konuşuyorduk. hiçbir zaman anlam veremedim bu adamın yanımdayken başka benden uzakken başka oluşuna. çoğu zaman kendimde sorun aradım, acaba onu sinirlendirecek birşey mi yapıyorum diye. bazen kahveyi sütsüz ve şekersiz içmemden, onun çayı çok şekerli içmesinden bile kavga eder, eve dönünce unuturduk. tuhaf bir biçimde bu adam bana kavgadan sonra küs kalmamayı öğretmişti. illa ki barışıp uyuyacaktık.
ancak zaman ilerledikçe, onun bay doğru karakteri, beni sürekli bayan yanlış olarak görmesi iyiden iyiye ağır gelmeye başlamıştı. madem ki biz bu kadar takıyorduk birbirimizin karakterlerine, madem ki birbirimizi değişmeye zorlamadan sevemiyorduk, neden birlikteyiz diye sorgulamaya başlamıştım kendi kendime. neden bu adam peki? etrafımda, ondan çok daha iyi anlaşabileceğim onlarca insan varken neden bu arıza? ilişkiyi sorgulamaya başladığınızda, sonrasında eski tadı alamıyorsunuz zaten, birşeyler ufak ufak eksiliyor ve sonra da kör bir bıçak gibi kalıyor o aşk elinizde. ne aradaki bağları kesebiliyor, ne de zararsız duruyor. her an keskin bir yerine denk gelecek de, o anda herşey bitiverecekmiş gibi. her an yanımdaki adam, arkasını dönüp gidiverecekmiş gibi.
ben içimdeki bunca sıkıntıyla yanında otururken, onun kavga etme çabaları da boşa çıkıyordu son zamanlarda. evet, biteceğini hissediyordum ama, her sinirlendiğinde, kavganın, tartışmanın, öfkenin yüzü görüldüğünde aramızda, tuhaf bir biçimde susmaya başlamıştım. belki, olası ayrılığı biraz daha yavaşlatmak için, belki de sadece onun söylediği sözleri sonradan düşünüp haksızlık etti bana puşt diyebilmek için. ama eminim ki, en çok ta ufukta görülen ayrılığı yavaşlatmak içindi. zaman kazanmaya çalışıyordum, kendi içimde ilişkinin muhasebesini yapmaya başlamıştım, ayrılırsak, elimizde kalacak acılara bakıp daha da tatsızlaşıyordum. bay doğru da farkındaydı elbette bayan yanlışın mutsuzluğunun. o da, belki de bir an önce bitmesi için, daha fazla bu mutsuz yüzü görmemek için daha da üzerime geliyordu.
gün geldi, ayrılık dayandı kapıya. o gün evden çıkarken, iç sesim bağıra bağıra bugün bitecek bebeğim bu ilişki hazır mısın diyordu. buluşacağımız yere gidene kadar, ayrılık şarkıları dinledim. bittikten sonra, eve dönerken kesin ağlayacağımı düşündüm. derken, bay doğrunun yanına gelmiştim bile. iki tarafta da sessizlik hakimdi. ancak çok iyi biliyorduk, birimiz çıt çıkarsa bitecekti. belki vedayı biraz daha uzatmak için saatlerce oturup tek kelime etmedik. sanki, hiç konuşmadan ortak bir ayrılık kararı vermiştik de, birazdan seni özleyeceğim, dikkat et kendine deyip gidecektik yolumuza. üçüncü ortak noktamızı da keşfetmiştim, bizimle ilgili her konuda, aynı şeyleri düşünüyorduk. konuşmadan anlaşabiliyorduk.
ancak bay doğru, hayatımın en yanlış adamı olarak, aradan onca zaman geçmesine rağmen unutamayacağım bir şekilde veda etmeyi seçmişti. belki, ilişkimiz boyunca en ılımlı, en sevecen haliydi bu. hani, o an bitmesin dese, ne bitirmesi be saçmalama deyip unutacaktım olan herşeyi. gözümün içine bakarak, yüzümü ellerinin arasına alarak, "seni, sert ve keskin tavırlarımla daha fazla yıpratmak istemiyorum canım, anlıyorum, hissediyorum ki sen de bitmesi gerektiğini düşünüyorsun. belki son zamanlardaki sessizliğin bu yüzden, daha fazla kırmamak için. ama biz, birbirini yolda görünce nefretle bakan, birbirinden lanet okuyarak bahseden sevgililerden olmayalım, tadında bırakalım, ileride, kafamızı toplayınca bir merhaba demeye, arayıp dertleşmeye yüz bırakalım. çatışmalarımıza, kavgalarımıza rağmen, birbirimizi hep şefkatle analım." ve ardından alnımın kenarına ve saçıma kondurduğu birer öpücük.
zor tuttum kendimi, ağlamamak için. gel de ağlama ama dedim sonraları hep, biz kavga ederek bir ilişki yaşayıp, şefkatle ayrılanlardandık. bay doğru, hayatımın en yanlış adamı, doğru bir ayrılıkla aklımda yerini edinmişti bile. son kez sarıldık ve ayırdık yollarımızı. sonrası mı? her doğumgününü kutlarım, hayatında birinin olup olmaması önemli değil. tepesi attığında, canı sıkıldığında arar arada bir, bazen de kahve içeriz ikimiz de uygunsak. ve hala birbirimizin yüzüne bakacak kadar hatırımız vardır. bay doğru, bayan yanlışa gülümseyerek ayrıldı. bayan yanlış da bay doğruya ne zaman ihtiyacı olsa yanında olacağına söz verdi. şaka gibi! o güne dek biri söylese, eski sevgilimle dost olacağım masalına güler geçerdim.