25 Eylül 2011 Pazar

ben fazla aptalım, o ise çok nankör çıktı

bu ekrana hayretler içinde bakarken, tesadüfi olarak gördüğün bir yorumdan sonra midene ağrılar saplanıyorsa, muhtemelen büyük kıskançlıktır. çünkü, büyük ihtimalle senin en değer verdiğin, tercih yapman gerektiğinde hep onu seçtiğin kişi, seni seçmemiştir ve ağırına gitmiştir. hele ki bunun karşısında sadece sırıtıyorsa, damarlarından yukarı yükselen duygu onu daha doğrusu onları parçalamanı istemene sebep olan adrenalindir. kimse değmez bu kadar kıskanmaya, kimse değmez bu kadar üzülmeye.
sen, minicik bir zaman dilimi dilenirken, onun daha doğrusu onların şen sohbetlerde olduğunu okuyunca, öldürmek istersin. ama önce kendini, yok yok önce kendini öldürmek istersen onları kim öldürecek. önce onları öldürmek istersin, sonra kendini. çünkü, haketmişlerdir bunu, çünkü yasalarda böyle yazmasa da öldürmek senin hakkın. ne demişti kız, her hayat kucağında ölümü mü taşıyordu, her ölüm de omuzunda hayatı mı, her ne zıkkımsa öyle işte çok da önemli değil. sen zaten kızın yazdığına kızmadın, ötekinin ona madalya takmasına kızdın. işte bu güzelim, sen emek verirsin, uğraşırsın, onun için onun adına üzülürsün belki ama, onun için senden daha önce gelen başka biri vardır.
bu yüzden öldürmeye eğilimin olur ya. kız dememiş miydi her hayat kucağında ölümü taşır diye, daha sıkı sarılsın istersin ölüme. belki, içine battığın günahın ağırlığını bilmeden, bilsen de aldırmadan, öldürmek istersin. sahi, kim yapmaz ki bunu. kim ah canım ne hoş deyip geçer, hangi beyin bunun karşısında gülüp geçebilir. onlarca zamandır belki aylardır, dikkatini çekmek, ilgisine sahip olmak istediğin adamın, tüm bunlara sırıtıp, gidip ona madalya takması sinirini bozar. evet, dank etti mi kafana, zaten seni haketmiyor. belki aynı ilgiyi ötekine yahut da berikine gösterebilseydin, şu an kıskançlık sancılarından kıvrım kıvrım kıvranan sen olmazdın, olmayacaktın.
bencil davransana, aptal olmasana. hala görmüyor musun, sen kendi kendini yiyip bitirirken, adam halen ona teselli veriyor yahut da arkandan gülüşüyorlar. söylesene tatlım, hangi intikam dindirebilir bu sancıyı. ne yapacaksın, ne yapabileceksin. hah, konuşma böyle aynı şeyi ben de düşündüm, sırf bu aptal herif için o geri teptiğin fırsatı ben de düşündüm. birlikte yaptık bunu sana haksızlık etmeyeyim, senin için attığı tek bir minik adım yüzünden "istemiyorum, bunu ona yapamam" dediğin adamı arayamazsın şimdi. salak olma lütfen, bu kadarına ben müsaade etmem. peki değiyor muymuş onun için ötekini ve sana yaptığı minik jestini reddetmeye? hayır, değil mi? o zaman sen de bencil ol biraz be güzelim, akıllı ol artık.
ne oldu öfken dinmedi mi daha, ne yapabilirsin ki bundan başka, sil at diyorum, silmiyorsun. yani kızacaksın ama, ne emmeye ne gömmeye geliyorsun. o zaman her gün aç bu aptal siteleri, bak dostluklarının muhteşemliğine. ben de sana yüzyılın enayisi madalyası takacağım. belki kızdın yine bana ama böyle, yüzyılın enayisisin çünkü. yazık, bak yine aklına geldi değil mi? hayır sakın ağlama yoksa kıracağım bir tarafını. ağlama diyorum, ağlama büyük aptal. sen yaptın böyle, vefakar tarafın yaptı bunu, üzülen tarafın, kıyamayan tarafın. ne zaman kötü bir insan olacaksın. ne zaman tıpkı onun gibi bencil, vefasız olacaksın.
akıllan artık, hatta aklın varsa biraz, git hemen toparlan. bırak, boşver gitsin. adam anlamıyor, sen anlatamıyorsun o zaman neyin mutsuzluğu bu. kafatasının içinde 250gram dolmalık kıyma mı var nedir bilmiyorum ama, beni dinle biraz, sağduyunu dinle. söz veriyorum ben de sana, artık seni üzecek konularda sağduyulu, insani davranmana sebep olmayacağım. gel, birlikte o adamdan daha acımasız olalım. şimdi ağlama karşımda, git şu yüzünü yıka. ben seni burada bekliyor olacağım.

24 Eylül 2011 Cumartesi

aşıktı... ölebilecek kadar...

bir alaturka sevda bu. seven kızla sevmeyen adamın çilesi. bitmez, bitemez bir yerde havada asılı kalan aşk sözleri. kızın, birkaç mektuba sığdırmaya çalıştığı o büyük sevdasının hikayesi bu. adamınsa, o mektupları yakıp küllerini attığı, korkularının belgesi. insan, insan gibi insan, korkar mı hiç sevilmekten? adamın aklını çelen, kurcalayan o beklenti endişheleri yer verdi korkuya. zannetti ki, kıza birazcık ilgili davransa, gerisini de isteyecek. zannetti ki, omuzlarına yeni yükler, yeni sorumluluklar yüklenecek. halbuki kız, öyle bir sevmişti ki adamı, ne korkuları umurundaydı, ne de onunla olan yarını. sadece bugünü düşlüyordu, hatta "bugün gelsin bana, sevsin beni, yarın ölüversem de olur" diyecek kadar seviyordu. körü körüne, belki girebilecekleri büyük günahların bedelini canıyla ödemek istercesine seviyordu.
umutsuz, yarınsız, hayalsiz bir sevdaydı bu. artık, geceleri yatağına uzandığında adamın onu aslında çok sevdiğini düşlemek yetmiyordu. elleri onu arıyordu her seferinde, yanına uzanıyordu adama dokunabilmek için, ama yanı hep boştu. böylece yaşamaya da alışmıştı, en azından, büyük aşkının halen hayatta olduğunu bilmek güzeldi. ondan haber alabilmek güzeldi. adam, arada bir, çok içtiği gecelerde kıza onu unutması gerektiğini anlatan mailler atardı. belirli bir düzene bile oturmuştu bu mailler, cumartesi geceleri gelirdi genelde. kız her seferinde, o ekranda yazanları ağlayarak okur, sonra da onu ne kadar çok sevdiğini o ekrana anlatırdı.
sonra adam, bir cumartesi gecesi, içmeden, hiç sarhoş olmadan çok kısa bir mail attı kıza. "BENİ UNUT ARTIK, BEN EVLENİYORUM" yazıyordu sadece, büyük harflerle. kız yine ağladı, onun ölmüş olduğunu düşündü bir süre, ama yapamadı. evleneceği gün, ona kısa bir mail attı kız, "O HALDE SENİ CENNETTE BEKLİYORUM SEVGİLİM" yazıyordu mailde. adam evlendikten günler sonra okuyabildi o maili. kızı aradıysa da ulaşamadı ne yazık ki. artık ne ev telefonu, ne cep telefonu cevap vermiyordu ona. oysa, bundan birkaç hafta önce aramak istese daha ilk çalışında cevaplanacaktı o telefonlar. sonra işten aradı, uzun uzun çaldıktan sonra sekreter cevap verdi. adam, kızla görüşmek istediğini söyledi sekretere. onun ölmüş olabileceğine ihtimal vermiyordu. evlenmekten vazgeçirmek için, biraz şefkat dilenmek için böyle bir numara yapacağını düşünmüştü ama, gerçekten ölebileceğini düşünmemişti. sekreter, kızın on gün önce vefat ettiğini söyledi. taziye için aramak isterse diye ailesinin telefon numarasını bırakmıştı.
adam inanamadı duyduklarına. gerçekten ölmüş olamaz diye düşündü. onun için ölebileceğini söyleyen kız çocuğunun, gerçekten onun için ölmüş olduğuna inanamadı. çünkü adam, aşkın bu kadar güçlü olduğuna da hiçbir zaman inanmamıştı.

17 Eylül 2011 Cumartesi

bay doğru, bayan yanlış

çiftin tüm uyumsuzluğuna, aradaki karakter farklılığına rağmen bir ilişki bir yıl falan yürüyebiliyor bazen. ayrı zevkleri olan, tarzları, hayata bakış açıları farklı olan, içtikleri çay bile farklı olan iki insan, zıt kutuplar birbirini çeker mantığıyla birbirini çekebiliyor, bir ilişki başlatabiliyor. ancak, belli bir süre sonra ilişki girdaba dönüyor, içinden çıkılamayacak derecede ciddi problemler oluşuyor ve fırtınadan sonra hasar tesbiti başladığında, ilişki de bitiyor, bir aşkın daha muhasebesi yapılıp kar ve zarar paylaşılıyor. bugün, caddede bir mağazadan gelen müzik sesiyle eski ilişkilerimden birine gitti aklım. sevgilimle ortak tek noktamız ikimizin de aynı takımı tutuyor olmasından ibaretti. ah bir de unutmamak lazım, bir diğer ortak noktamız da, bizi o ana kadar yıpratmış olan bütün insanlara karşı nefretimizi, hırsımızın acısını birbirimizden çıkartmamızdı. futbolla pek ilgilenmediğim, soran olursa söyleyebilmek için takım tuttuğumdan bu konuda, sevgilim maç izlerken sessiz kalarak ona eşlik ediyordum ancak, eskilerin acısını çıkartma konusunda üzerime yoktu. eskilerden kalma bütün paranoyalarımızı, can acılarımızı, hayal kırıklıklarımızı birbirimize savaş açmak için sebep kabul eder, neredeyse üç görüşmemizin birinde deli gibi kavga eder, akşam olup eve gittiğimizde de birbirimize kur yapıp saatlerce mesajlaşarak barışırdık.
sanki iki adamla aynı anda birlikteydim, ama aynı bedende iki adam. yan yanayken bay doğru kesilen sevgilim, eve gittiğinde tam bir romeo oluyor, saatlerce mesaj atıyor o da yetmezse arıyor ve telefon kulağımıza yapışana kadar konuşuyorduk. hiçbir zaman anlam veremedim bu adamın yanımdayken başka benden uzakken başka oluşuna. çoğu zaman kendimde sorun aradım, acaba onu sinirlendirecek birşey mi yapıyorum diye. bazen kahveyi sütsüz ve şekersiz içmemden, onun çayı çok şekerli içmesinden bile kavga eder, eve dönünce unuturduk. tuhaf bir biçimde bu adam bana kavgadan sonra küs kalmamayı öğretmişti. illa ki barışıp uyuyacaktık.
ancak zaman ilerledikçe, onun bay doğru karakteri, beni sürekli bayan yanlış olarak görmesi iyiden iyiye ağır gelmeye başlamıştı. madem ki biz bu kadar takıyorduk birbirimizin karakterlerine, madem ki birbirimizi değişmeye zorlamadan sevemiyorduk, neden birlikteyiz diye sorgulamaya başlamıştım kendi kendime. neden bu adam peki? etrafımda, ondan çok daha iyi anlaşabileceğim onlarca insan varken neden bu arıza? ilişkiyi sorgulamaya başladığınızda, sonrasında eski tadı alamıyorsunuz zaten, birşeyler ufak ufak eksiliyor ve sonra da kör bir bıçak gibi kalıyor o aşk elinizde. ne aradaki bağları kesebiliyor, ne de zararsız duruyor. her an keskin bir yerine denk gelecek de, o anda herşey bitiverecekmiş gibi. her an yanımdaki adam, arkasını dönüp gidiverecekmiş gibi.
ben içimdeki bunca sıkıntıyla yanında otururken, onun kavga etme çabaları da boşa çıkıyordu son zamanlarda. evet, biteceğini hissediyordum ama, her sinirlendiğinde, kavganın, tartışmanın, öfkenin yüzü görüldüğünde aramızda, tuhaf bir biçimde susmaya başlamıştım. belki, olası ayrılığı biraz daha yavaşlatmak için, belki de sadece onun söylediği sözleri sonradan düşünüp haksızlık etti bana puşt diyebilmek için. ama eminim ki, en çok ta ufukta görülen ayrılığı yavaşlatmak içindi. zaman kazanmaya çalışıyordum, kendi içimde ilişkinin muhasebesini yapmaya başlamıştım, ayrılırsak, elimizde kalacak acılara bakıp daha da tatsızlaşıyordum. bay doğru da farkındaydı elbette bayan yanlışın mutsuzluğunun. o da, belki de bir an önce bitmesi için, daha fazla bu mutsuz yüzü görmemek için daha da üzerime geliyordu.
gün geldi, ayrılık dayandı kapıya. o gün evden çıkarken, iç sesim bağıra bağıra bugün bitecek bebeğim bu ilişki hazır mısın diyordu. buluşacağımız yere gidene kadar, ayrılık şarkıları dinledim. bittikten sonra, eve dönerken kesin ağlayacağımı düşündüm. derken, bay doğrunun yanına gelmiştim bile. iki tarafta da sessizlik hakimdi. ancak çok iyi biliyorduk, birimiz çıt çıkarsa bitecekti. belki vedayı biraz daha uzatmak için saatlerce oturup tek kelime etmedik. sanki, hiç konuşmadan ortak bir ayrılık kararı vermiştik de, birazdan seni özleyeceğim, dikkat et kendine deyip gidecektik yolumuza. üçüncü ortak noktamızı da keşfetmiştim, bizimle ilgili her konuda, aynı şeyleri düşünüyorduk. konuşmadan anlaşabiliyorduk.
ancak bay doğru, hayatımın en yanlış adamı olarak, aradan onca zaman geçmesine rağmen unutamayacağım bir şekilde veda etmeyi seçmişti. belki, ilişkimiz boyunca en ılımlı, en sevecen haliydi bu. hani, o an bitmesin dese, ne bitirmesi be saçmalama deyip unutacaktım olan herşeyi. gözümün içine bakarak, yüzümü ellerinin arasına alarak, "seni, sert ve keskin tavırlarımla daha fazla yıpratmak istemiyorum canım, anlıyorum, hissediyorum ki sen de bitmesi gerektiğini düşünüyorsun. belki son zamanlardaki sessizliğin bu yüzden, daha fazla kırmamak için. ama biz, birbirini yolda görünce nefretle bakan, birbirinden lanet okuyarak bahseden sevgililerden olmayalım, tadında bırakalım, ileride, kafamızı toplayınca bir merhaba demeye, arayıp dertleşmeye yüz bırakalım. çatışmalarımıza, kavgalarımıza rağmen, birbirimizi hep şefkatle analım." ve ardından alnımın kenarına ve saçıma kondurduğu birer öpücük.
zor tuttum kendimi, ağlamamak için. gel de ağlama ama dedim sonraları hep, biz kavga ederek bir ilişki yaşayıp, şefkatle ayrılanlardandık. bay doğru, hayatımın en yanlış adamı, doğru bir ayrılıkla aklımda yerini edinmişti bile. son kez sarıldık ve ayırdık yollarımızı. sonrası mı? her doğumgününü kutlarım, hayatında birinin olup olmaması önemli değil. tepesi attığında, canı sıkıldığında arar arada bir, bazen de kahve içeriz ikimiz de uygunsak. ve hala birbirimizin yüzüne bakacak kadar hatırımız vardır. bay doğru, bayan yanlışa gülümseyerek ayrıldı. bayan yanlış da bay doğruya ne zaman ihtiyacı olsa yanında olacağına söz verdi. şaka gibi! o güne dek biri söylese, eski sevgilimle dost olacağım masalına güler geçerdim.

10 Eylül 2011 Cumartesi

"çingen bohçası gibi zihnin var"

kafamda milyonlarca soru işareti, normalde tatil günüm olsa sabahın körü olarak nitelendireceğim saatte, müptelası olduğum pastanenin bahçesinde oturup, acı ve sert kahvemi içmeye başladım. milyonlarca soru işareti, hepsinin çengeline takılı bir soru kutucuğu hayal edin lütfen kafamda, çok komik görünürdüm değil mi? soru işaretlerim gözle görünmüyorken, kafamın içinde, çengelleri birbirine takılmışken, herşey karman çormanken yine de komikti beynimin içi. aklıma eskilerin söylediği bir laf geldi, "kedi enceğini kaybetse bulamaz" derler ya hani, aynen kafamın içinde kedi enceğini kaybetse bulamazdı. nedense sabahları bütün problemlerin çözülemeyeceğine, herşeyin daha da kötü olacağına inanırım, tuhaftır. zor gülümserim, kimseye günaydın demek istemem. her neyse, böyle kendi kendime kara kara, yavrularımı kaybetmişim gibi düşünürken gülmeye başladım halime! allahtan mekandakiler alışık gelgitlerime, deliliklerime onlar da güldü, hep beraber güldük, en sonunda susabildik. ha meseleler çözüldü mü, hayır elbette. soru işaretlerinden bir tanesi inatla gıdıklamaya devam etti beynimi, uymadım şeytana, uslu durdum.
elif şafak okumayı severim, en çok ta araf adlı kitabını sevdim. daha doğrusu araftaki ömer karakterini. ömer, zaman kavramını sevmeyen, dakika saat gibi zaman dilimleriyle işi olmayan bir karakterdi. dinlediği şarkıları tekrar tekrar dinler, hatta bazen yolda geçirdiği zamanı, evde geçirdiği zamanı bir şarkıyı kaç defa dinlediğiyle ölçerdi. hayatım boyunca, deli gibi özendiğim ama asla başaramadığım iş. sabah alarmım çaldığı andan itibaren, saate bakmadan bile yapmam gereken herşeyi (diş fırçalamak, makyaj yapmak, kahve içmek, evden çıkmak, işe gitmek) dakikası dakikasına aksatmadan yaparım. içimde biryerlerde otomatik birşeyler olsa gerek, ne bileyim belki de bir büyük boy çalar saat yutmuşum gibi. yorucu, bu derecede hayatı otomatiğe bağlamak çok yorucu.
bence herkesin, "çok ta fifi" başlıklı bir hayat felsefesi olsun, öncelikle de benim. her ne kadar, hiç önemsemiyormuşum zerre kadar umrumda değilmiş gibi görünsem de, içten içe kendimi yiyip bitiriyorum. o mesele çözülene kadar ölüp ölüp diriliyorum, hayatı hem kendime hem de en yakınımdakilere dar ediyorum. ufacık şeyleri bile kendime dert edindiğimi varsayarsak, ben sürekli dipmoral, mutsuz, bedbaht havalarda takılıyorum. hep parçalı bulutlu ya da fırtınalı, güneş yok. evet, iç daraltıcı oluyor ama, karakter değiştirtme ya da eski beni iade edip, çok ta fifi mantığını kavrayabilmiş yeni bir ben alabilme imkanı olursa, yapacağım, kendime söz.
takıntılıyım, takıntılarımdan arınmalıyım. insanın, olmazsa olmaz şeklinde alışkanlıklar edinmesi kadar saçma birşey daha yok değil mi? yani, hem kendim alışıyorum, hem sonra vazgeçemiyorum hatta ve de hatta gerçekleştirmezsem, bir an önce eyleme geçmezsem sinirlerim tavan yapıyor cinnet noktasına geliyorum. peki bunu kendime neden yapıyorum? o lanet olasıca rimel bir gün de yamuk dursun kirpiklerimde, beyaz tişörtümde minicik bir leke olsun bir gün ya ne olacak? yahut da, işe başlamadan evvel o sigarayı içmeyeyim sanki ne olacak. ama öyle değil işte, takılmışım, alışkanlık olmuş, sonra normal bir reflekse dönüşmüş o kadar çok şey var ki hayatımda, bazen kendime işkence ettiğimi düşünüyorum. sonra geçiyor ve takıntılı olduğum, artık reflekse dönüşmüş eylemlerden başka bir tanesini daha gerçekleştiriyorum. bravo!
aklımdakini söylemeyi severim, öyle toplumsal mevzularda nutuklar çekecek, kitlelere haddini bildirecek kadar değil. kitlelere liderlik etmek, başka gruplarla polemiğe girmek benim işim değil, işi olan ilgilensin bi zahmet de, bireysel arıza çıkartmak daha eğlenceli. topluluk içinde, herkesin laf söylemeye çekindiği kişi olabilmekten bahsediyorum. bazen, en son söylenmesi gereken lafı peşinen söylemek çok işe yarar. bazen de, lom sözlülükten dolayı insanın başına çok büyük dertler açılır. benim genelde hep büyük dertler açılmıştır başıma. olmayacak yerde olmayacak laflar söylemekten çok canımın acıdığını bilirim. nasıl bir duygu biliyor musunuz? açık bir yara düşünün, ciddi derinlikte, yeni törpüleyip sivrilttiğiniz tırnaklarınızı o yaraya geçirdiğinizi, sonuna dek bastırdığınızı hayal edin, işte öyle birşey. aklı selim olan, kendi kendine yapmaz böyle şeyler. deli tarafım akıllı olanı ele geçirdiğinde, şeytan kulağıma hoş hoş günahlar fısıldadığında oluyor böyle. birisi kontrolümü ele geçiriyor ve can acısı peydah oluyor.
çok vıdıvıdı ettim sanırım, kendimi çok anlattım bugün. belki de ihtiyacım vardı buna bilemeyeceğim. kendimdeki eksikleri ve kusurları biliyorum, en çok ta o yönlerimi seviyorum. karman çorman, kedi enceğini kaybetse bulamayacak kadar karışık olan bir akıla sahibim, kim bilir belki de yaratılış doğam buydu, böyle sürecek hayatım. ben küçücük dertlerin peşinden koşarken, sona erecek birgün yaşamım. çingen bohçası gibi zihnin var der hep ananem, belki de haklıdır.

4 Eylül 2011 Pazar

yalancı tavuk göğsü

evde uzun zamandan beri yenilecek hiçbirşey yapmadığım için, zorlanıyorum malzemeleri bulmakta. hatta bazılarını aramaya üşendiğim için, almayı tercih ediyorum. un mesela, evde kilogramlarca un olduğu halde, yeni bir paket daha aldım. altı üstü ikibuçuk yemek kaşığı koyacağım. evde kimsenin olmamasını fırsat buldum bir yerde. uzun zamandır, uyumak, kitap okumak, işe gitmek ve nete girmek dışında pek bir aktivitem olmamıştı evde. bizimkiler geldiklerinde şaşırdılar biraz tatlı yapmış olmama. tarifi sağlam aşçılığı olan bir ev teyzesinden aldım ama, umarım şu an borcam tepsinin içinde yatan milkshake kıvamındaki sütlü sıvı dolapta koyulaşır. gerçi alışık bizimkiler ayarı tutturamamama, limonlu parfe yaptığımda da frizbiye benzemişti ortaya çıkan cisim. ama yemişlerdi, hevesim kaçmasın diye. bugün de yalancı tavuk göğsü yapmaya çabaladım. dedim ya, umarım kıvamı tutar. tavuk göğsünün yalancı olmayanını yapabilen kadınlar okursa bu postu, eminim ağırlık merkezleriyle çok gülecekler bana, daha yalancısını bile yapmayı başaramamama. ne yapayım, bu kadar geldi elimden, soğusun göreceğiz sonucu.
tarifte, sütle unu karıştırdıktan sonra, mikserle 10 dakika boyunca çırpın diyordu hamdiye teyze. ama, sorun mikserde mi bende mi bilemedim, üç dakika zor dayandım buna. eğer 7 dakika daha devam etseydim şekeri ilave edebileceğim bir süt-un karışımı kalmayacaktı tencerede. beceriksizliğimi farkettikçe, hamdiye teyzeyi kızgın kızgın bana söylenirken hayal ettim "sakın o tarifi benden aldığını söyleme kimseye, diyecekler kaç yaşında kadın yemek yapmaktan bihaber" tamam dedim, merak etme, tarifi rüymda gördüğümü söylerim, hamdiye teyzenin hayaline.
annem yetişti daha ben yarılamamışken, şaşırdı kadın. bugün bulaşıkları yıkamıştım, çamaşırları asmıştım ve tatlıyı yaptıktan sonra kahve yapacağımı bile söylemiştim. çok oluyordum artık, bu kadar faaliyet gösterince haklı olarak şaşırdı. kahvelerimizi içerken, karşı komşunun başka bir semtte evli olan kızının, onun arka sokağında bizim aradığımız tarzda bir ev olduğunun haberini gönderdiğini söyledi. sevindim, belki bu sefer dedim. çok uzun zamandır taşınmak istiyorum bu semtten zaten. yaklaşık 23 yıldır, yani doğduğumdan beri. hiçbir zaman ait hissetmedim kendimi buraya, sahiplenemedim de. sahi, benim ait olma ve sahip olma duygularım yok. normalde de böyle ama, buraya karşı ayrı bir soğukluk var içimde. babamsa, burada doğup büyümüş, şu anda da dedemden yadigar evde oturuyoruz. yarısı amcama hisseli. başta, tadilat yapalım dedik, sonra en iyisi yıkalım yeni bir ev yaparız, 3 ya da 4 katlı diye düşündük. ancak amcam (babamın aslında iki ablası ve bir erkek kardeşi vardı ama uzun yıllardır ben bir tek amcamın hayatta olduğunu varsayıyorum, halalarım yok benim keşke de yok oluverseler) eğer evi yaparsak mahkeme yoluyla yarısını alacağını söyledi. günlerce hararetli tartışmalardan sonra, bir sabah beni aradığında, tanımadığım insanlarla aile meselelerimi konuşmaktan hoşlanmadığımı ve bir daha beni rahatsız ederse, bu numaranın beni rahatsız ettiğini söyleyerek polise gideceğimi söyledim. gemileri yakmak hep kolay oldu benim için, çok kolay. böylece babamın hiç kardeşi kalmamış oldu gözümde, o da bunun farkında.
halalarım da böyle mevzular yüzünden kaybetti, bitmek bilmeyen hırsları doymak bilmeyen nefsleri yüzünden. çocukluğumdan hatırladığım çok şey var, onlar herşeyi yaptı, annem üzüldü, ezildi, hastalandı. aralarında babaannem de vardı ki, onu da ben 5. sınıfa giderken kaybettik. nitekim, ölmüş olmasına rağmen affedemiyorum, affetmeyeceğim. yaşım biraz daha büyüyünce, çocukluğumdan bugüne kalan hatıra parçalarını birleştirdim ve bu sefer, onlara meydan bırakmamaya karar verdim. yine, dedemin kendi ağzıyla paylaştırdığı üç kuruşluk miras yüzünden evimize kavgaya gelen iki halama, seyirci olarak katılan amcamın ve sinirden köpüren babamın gözleri önünde, bir daha bu eve gelmemelerini söyledim. benim için ölmüşlerdi, çoktan, ben küçükken, ancak o zaman dile getirebildim. 19 yaşındaydım. babam, haklı olduğumu ve hakkaniyetime güven duyduğu, fikrime katıldığı için, "kızının ağzına bir tokat patlatmayacak mısın, bizi kovdu" ifadesiyle gözlerinin içine bakan iki ablasına, çıkış kapısını gösterip mutfağa gitti, bir bardak su içip, çerezini alıp televizyon karşısına geçti. amcamsa, her zaman benim radikal çıkışlarımdan ve en son söylenecek sözü peşinen söyleyip köprüleri yıkmamdan çekinen, ufacık bir çıkışında onun bütün kusurlarını yüzüne vurup, aslında nasıl basit bir adam olduğunu hiç çekinmeden dile getirebilme potansiyelimden haberdar olan bir adamdır. gözlerinden öfke saçarak baktı o gece gözümün içine. ben de "çok ağırına gittiyse sen de defol git, kalabalık etme" sinyalini veren, soğuk, nefret dolu ve kararlı ifadeyle diktim gözlerimi. böyle durumda, karşı taraf saatlerce baksa gözümün içine kırpmadan bakarım ben de, ilk gözünü çeken insan olmayı sevmem.
eskiye, yaşananlara dair ne varsa bir bir aklımda ne yazık ki, halen hepsinden ilk günkü sıcaklığıyla nefret ediyor olmam çok güzel. affedici değilim, affedemem. onun yerine bitiriciyim, kurtulmak isterim. bugün yalancı tavuk göğsünü pişirirken, hep bunlar geçti gözümün önünden. aslında günlerdir bunu düşünüyorum, eskiden bu semtten taşınma ihtimalimiz hiç yokken şimdi birden bire %50 oluvermişti. hiç yoktan çok çok iyi bir ihtimal bu. şimdi, bu evde her dakikamı eskiyle, yaşananlarla ve tüm o hırçınlıkları, nefretleri, umutsuzlukları, huzursuzlukları yaşatan kişilerle hesaplaşarak, vedalaşarak geçiriyorum. iki zamanda yaşıyorum gibi birşey hem 18 yıl öncesinde, aklım olayları ilk almaya başladığında yani 5 yaşımda, hem de 23. yaşımda.